29 Ocak 2010 Cuma

... çavdar tarlasında çocukları yakalamak isterdim!

... davos benim için bitmiştir!

bugün rte'nin davos'u bitirdiğinin birinci sene-i devriyesi. 
uluslararası krizlere yol açan ve etkilerini hala gösteren bu sözü burada halaylar ve zurnalar eşliğinde kutluyorum!

zamanın durmadan akmasını ve herşeyin daha da kötü olmasını,
hiçbir şey yapmayıp, çok şey yapıyormuş gibi gösterme sanatındaki yeteneğini,
hiç kimsenin düşüncelerine, hislerine saygı göstermemesini,
bu ülkede sadece kendi adamlarının ve kendi kurallarının işlemesini,
kendine oy verenler dışında bu ülkede yaşayanları görmezden gelmesini,
dostları düşman yapmasını
bu ülkede yaşamaktan her gün daha da soğumama neden olmasını, 
kutluyorum!

nasıl olsa senin için yokum...
sağolasın rte, büyük adamsın!

... 52 yıl sonra!

gökyüzüne, yıldızlara, gezegenlere ayrı bir ilgim var. çok araştırmam. sadece izlerim ve severim. hani bir insanı sevmek gibi. onları görünce mutlu olurum. neyse. bugün öğrendiğim şeyden sonra astronomiye daha çok gönül vermem ve ilgilenmem gerektiğine kanaat getirdim. sevdiğim bir şeyle neden bu kadar az ilgilendiğimi ise bilmiyorum. 

olay aslında edmond halley ile ilgili. 

kim bu adam?
edmond halley 1656 - 1742 yılları arasında yaşamış, bilim dünyasına ve insanoğluna çok önemli katkıları olmuş bir bilim adamı. aslında bu kadar özetle geçmek ona büyük bir haksızlık. teker teker saymam gerek belki de...

güneş sistemi ve güneş lekeleri hakkında makale yazmış. (bir ara bulup okumalıyım.)
greenwich'te gözlemlere katkıda bulunmuş. (orayı da gidip görmek gerek artık.)
güney yarı küre yıldızlarını izleyip, 341 tanesinin ayrıntılı haritasını çıkarmış.
alize rüzgarları, muson yağmurlarını, güneş ısısı ile atmosferin ilişkisini, basınç ile deniz seviyesinden yükseklik konularını incelemiş. (coğrafya dersinde bana böyle anlatsalar daha çok ilgilenebilirdim.)
ısaac newton ile bir konuyu tartışmak için buluştuğunda onu principia'yı yazması için ikna etmiş ve parası olmamasına rağmen kitabı bastırmış.
demografi ile ilgili çalışmaları olmuş.
dünyanın manyetizmasını incelemek için bir geminin komutasına getirilmiş ve buldukları türünün ilk örnekleri olmuş.
geometri profesörü olmuş ve fahri hukuk doktoru ünvanı almış. 
kraliyet astronomu görevine getirilmiş.

ve.. halley! 

halley kuyruklu yıldızı...

aslında halley kuyruklu yıldızını kendisi bulmamış ama 1406, 1531 ve 1697'de görülmüş olan yıldızın aynı yıldız olduğunu keşfetmiş. bunu da tarihsel astronomi yöntemini kullanarak gerçekleştirmiş. 
olay şu ki bu kuyruklu yıldız en son 1986 yılında güneş sistemine girmiş. 2061 yılına kadar bir daha hiç gözükmeyecek. 

ve ben onu görmek istiyorum. bunun için 52 yıl daha yaşamam gerek. kendisi bile hayatı boyunca bir kere görebilmiş bu yıldızı. o da 41 yaşında... 

bu kadar gönül verdiğin, adının verildiği bir şeyi hayatın boyunca bir kere görebilmek...

bu da edmond amca :

saygılar!...
... haddim olmadan!

lanet kırmızı avcı şapkası

odanın ışıkları yanmıyordu. sadece renkli ışıkları sürekli değişen bir gece lambası yanıyordu. bu renkli ışıklar onu görmeme yardım ediyordu. kırmızı, mavi, sarı, yeşil... bir gökkuşağı vücudunda yanıp sönüyordu. yatağına uzanmış, renkli Holden'ları izliyordum ve biz hiç konuşmuyorduk.
yazın ortasıydı ve kafasında kırmızı bir avcı şapkası vardı. pencere açıktı ve yağmur odanın içine yağıyordu. renkleri izliyor, yağmuru dinliyordum; çünkü Holden hiç konuşmuyordu. bazen hiç konuşmazdık, işte böyle...
ayağı kalktım ve ona doğru yaklaştım. avcı şapkasını kafasından çıkardım. umursamadı. eşyalarını toplamakla uğraşıyordu. kürkünün yumuşaklığı o kadar etkileyiciydi ki okşamayı bırakamıyordum. oysa, bir süreliğine gitmesi gerekiyordu.

ona lanet kırmızı avcı şapkamı gösterdim, hoşuna gitti. dışarı çıkmadan önce giydirdi bana şapkayı, çünkü saçım bayağı ıslaktı. halbuki yazın ortasındaydık. çok iyi bir kızdı. 

Holden Caulfield ile bir gezi sırasında tanışmıştık. bir kış günüydü. şapkası yoktu. tam da olması gereken bir günde, karların içinde yuvarlanırken o kırmızı avcı şapkası yoktu.

aralık ayı filandı, o rezil tepede hava, cadı karı memesi gibi soğuktu. üstümde çift taraflı giyilebilen paltom vardı, eldiven filan da yoktu tabii. bir hafta önce birileri odamdan devetüyü paltomu, cebindeki içi kürklü eldivenimle birlikte yürütmüştü.

bir uçurumun kenarındaydı, aşağıya bakıyordu. fırtına çıkmak üzereydi, düşecek diye korkuyordum. atlamak mı istiyordu bilmiyordum. o anda aklından neler geçtiğini bilmek o kadar çok isterdim ki... zaten hep ne düşündüğünü bilmek isterdim. ben hep anlatırdım, o da hep dinlerdi. hiç anlatmaz, hep sorular sorardı.

binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta benden başka. ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum.

sonra bana döndü ve gülümsedi. ben de ona gülümsedim. gülümsememi çok severdi, mutlu olmamdan çok hoşlanırdı. bunu daha ilk tanışmamızda kollarında ağladıktan biraz sonra söylemişti. beni bir kutu kurabiye ve sütle kandırmış, gülümsetmeyi başarmıştı. daha sonraları anladım, böyle şeyler yapmayıp, söylemediğini. demek ki değişik bir etkileşim vardı aramızda. ben onunla beraber mutlu olabiliyordum; o da benim mutluluğumla mutlu olabiliyordu. bunlar aramızda hiç konuşulmazdı ama bilinirdi. neyse. beni gülümsetti, mutlu oldu ve kapıdan çıktı.

paltomun cebinden avcı şapkamı çıkardım ve ona verdim. bu çılgın şapkalara bayılır. almak istemedi ama üsteledim. bahse girerim, başında o şapkayla uyumuştur. böyle şapkaları gerçekten çok sever.

ikinci gidişini yakalayamadım. avcı şapkasını bana vermişti ve ben yumuşak kürkünün büyüsüne çoktan kapılmıştım. şapkanın kürkünü okşamayı bir türlü bırakamadım. sonunda şapkayı başıma geçirdim. yatağına uzandım. gece lambası yanıp sönmeye devam ediyordu. pencere hala açık, yağmur hala içeriye yağıyordu. bir tek Holden odada değildi. gözlerimi kapadım. bir süre sonra ellerimde kırmızı avcı şapkasının kürkünün yumuşaklığını hissettim. ellerim istemsizce okşamayı sürdürüyordu. gözlerimi açıp bu büyüyü ve bu muhteşem duyguyu sona erdirmek istemiyordum. durmaksızın, gözlerimi açmadan ellerimi dolaştırıyordum. o kadar yumuşaktı ki...
uyuyakalmışım. başında en sevdiği, lanet olası kırmızı avcı şapkasıyla...

odaya felaket sessizce girdim ve masa lambasını yaktım. uyanmadı bile. ışıkta onu seyrettim bir süre. orada yatmış, uyuyordu, yanağı yastığın kenarında. ağzı iyice açıktı. tuhaf bir durumdu bu. yetişkinler, böyle açık ağızla uyurken berbat görünürler ama çocuklar öyle görünmüyor. yastığın üstü olduğu gibi tükürük de olsa, güzel görünüyor çocuklar.

yağmur dinmiş, gece lambası sönmüştü. gitmeden önce kapatmış olmalı. yalnız içim ürperiyordu. pencere hala açıktı. üşüyüp erkenden uyanmamı ve onun gittiğini bir an önce kabullenmeye başlamamı istiyordu sanırım. ya da sadece unutmuştu. onu bulamayacağımı bile bile kalkıp evde onu aramaya başladım. masanın üzerine bırakılmış bir not buldum.

"bazı şeyler olduğu gibi kalmalı. elinizde olsa da, onları büyük cam vitrinlere koyup oldukları gibi kalmalarını sağlayabilseniz..."

27 Ağustos 2009

J.D. Salinger Anısına...
Jerome David "J. D." Salinger (January 1, 1919 – January 27, 2010)

not : bu yazıda italik karakterle yazılı olan yerler kitaptan alıntıdır. yapmış olduğum bu kurgu ile the catcher in the rye'ın hiçbir benzerliği bulunmamaktadır. kitabı okurken bana holden'ı hatırlatan kişiyi düşünerek yazdığım bir denemedir ve benim için saygı duruşundan başka bir şey değildir.

28 Ocak 2010 Perşembe

... kurduğum hayalin tek bir kahramanı var!

güney fransa demiştik...

güney fransa sahillerinden birinde yıllardır hayalini kurduğu, mutevazı teknesini alıp denizlere açıldığımızda tek istediğimiz huzur...

güzel bir yaz günü yolumuza çıkarız. teknesinin dümenine geçip rotayı açık denizlere çevirir ve hep ileriye bakar. bense teknenin kıçında oturur ve yüzümü güneşe veririm. sadece dalgaların tekneye vuruşunu dinlerim. sonra kalkarım ve onu izlerim. direğin arkasına saklanır, onu izlerim. onun yapmaktan zevk aldığı şeylerden birini yaparken, yapabilirken, ne kadar mutlu ve huzurlu olduğunu izlerim. o büyük bir ciddiyetle yoluna bakar, teknesiyle ilgilenir, düğümler atar, yelkeni rüzgara göre ayarlar ve büyük bir keyif bütün ruhunu sarar. bense sadece arkasından onu izlerim, sessizce.
seslerimize ihtiyacımız yoktur o anda. sadece doğa bize yeterlidir... hatta tek istediğimiz de budur. birbirimizden bir şey beklemeyiz, bir şey talep etmeyiz. sadece beraber olmak ve aynı huzuru paylaşmak yeterlidir. o, insanların kendisinden bir şeyler beklemesinden yorulmuştur. o, sadece kendisi olmak istiyordur. insanların bir türlü saygı göstermediği, kendine özel o sınırları çizmek artık canını sıkmaya başlamıştır. ama burda bunları düşünmeye yer yoktur. zaten bunlardan kaçmıştır...
daha sonra bir koy bulur. çapayı atar. ben kendimi denize atarım. çok soğuk ama bir o kadar da canlandırıcı... o uzun süre bakar, cesaret edemez. ayağını suya sokar çıkarır. çok soğuk gelir. ben sürekli onu izler ve gülümserim. o bir türlü atlayamaz.
sonra sudan çıkarım. kurulanır kendimi güverteye sererim. güneş içime işler. ısıtır beni. yüzümdeki gülümseme orada kalır. sonra çok sıcak gelir ve gölgeye kaçarım. o da gelir. yorulmuştur. kıçtaki rahat koltuklara yatar uyuruz beraber.
açlıktan ölerek uyandığımızda artık güneş yavaş yavaş batmaya başlamıştır. uyku çok çekici gelir, bir türlü kalkamayız ama açlığa dayanamayız. daha sonra içeri girer giyiniriz. o, mutfağa geçer. dünyanın en güzel balığını yapar, rakılarımızı koyar. ben sofrayı kurarım, müzik ayarlarım. yemekte çok şey de konuşuruz, hiçbir şey de. o sofrada, orada bulunmak yeterlidir.
yemeğimizi yedikten sonra o ıslık çalarak kalkar ve müziği daha eğlenceli ve hareketli bir şeyle değiştirir. dans ederek, şarkıyı söyleyerek, gülerek gelir. ben beceremem ama o çok güzel dans eder, çok güzel şarkı söyler.
sonra güverteye çıkarız. elimizde birer içki, yatıp yıldızları izlemeye başlarız. benim en sevdiğim yıldız takımını buluruz. o yıldızlarla ilgili bildiklerini anlatır. ben onu dinlerken yıldızları izlerim.
sonra canım denize girmek ister. koşup atlarım. o beni tekneden izler. güler. ben de gülerim. kahkahalarımız geceyi çınlatır...

buna bir isim koymak şart mıdır? yani sadece bu kadarı yetmez midir? aşk, sevgi, arkadaşlık? ya da bir ilişki? bunları paylaşabilmek için buna bir isim vermeye gerek yok. sadece yaşamak gerek bazı şeyleri. olduğu gibi. tadını çıkararak. bir şey beklemeden. bir şey talep etmeden.

buna bir isim vermek bu güzel hayale haksızlık etmekten başka hiçbir şey değildir.

23 Ocak 2010 Cumartesi

... favourite for all time!

... fuck you!

televizyonun dibinde, yerde oturuyorduk. karşılıklı. ayaklarımı ona doğru uzatmıştım. o karşımda bağdaş kurmuştu. üzerimdeki hırkayı çıkardı. kollarımı kendisine doğru çekti ve kalemle birşeyler çizdi.

şömine yanıyordu. diğerleri sobanın üzerine çizmiş oldukları kestaneleri ve mantarları yerleştiriyorlardı. o ise hepsinden uzakta yeşil kanepede boylu boyunca uzanmıştı. bense ayakta öylesine tepkisiz duruyordum. onu daha yeni tanıyordum. daha iki gün bile olmamıştı ama onu bana çeken bir şey vardı. anlatılması zor bir çekim gücü..

elimdeki bıçağı açıp kapatırken gözgöze geldik. doğruldu ve elini uzattı. bıçağı eline alıp keskinliğini kontrol etti. sonra bana bakıp istediğim şeyi yapabilmem için uygun olmadığını söyledi. bense sadece sobanın üzerinde duran kestanelere baktım.

yerde oturuyorduk ve kollarıma birşeyler çiziyordu. başımı kaldırıp ona baktım ve hatırladım. aramızda seslere ihtiyaç olmayan, telepatik bir iletişim vardı. çizmeyi bırakıp bana baktı ve gülümsedi. artık tek ihtiyacımız olan doğru malzemeler ve yalnızlıktı.

birden kendimi bir köprünün ortasında, onunla elele tutuşup aşağı doğru bakarken buldum.
buraya nasıl geldim, hatırlamıyorum.

onunla neden eleleyim, hatırlamıyorum.

ve en önemlisi elimdeki bu acı da neyin nesi, hatırlamıyorum...

"Baby... by the power invested in me, as God is my world... I pronounce us husband and wife..."

22 Ocak 2010 Cuma

... I'm broken like you!

büyüdükçe insan daha da yalnız oluyor.
sürekli birilerine tutunma ihtiyacı; içten içe, fark ettirmeden büyüyüp, bütün ruhu kuşatıp rehin alıyor.
bir sürü arkadaşın olabilir, geniş bir ailen olabilir, sevgilin, kocan, bir hayat arkadaşın olabilir.
ama sen yalnızsın.
anlaşıldığını, anlaşılacağını, yalnız kalmayacağını düşündükçe, bir şeylere, birilerine tutunmaya çalıştıkça daha da yalnız olacaksın. ne kadar uğraşırsan o kadar yalnızsın.
bu böyle.
ve üzgünüm ki değişmeyecek. kimse seni anlamayacak, kimse ne hissettiğine önem vermeyecek, kimse sana ve duygularına saygı duymayacak ve kimse gerçekten yanında olmayacak.

çünkü herkes kendi için...

21 Ocak 2010 Perşembe

... rahatsızım!

her "bir sonraki blog"a basışımda karşıma mutlu, gülen insanlar çıkıyor. ailelerinin, çocuklarının gülerken fotoğraflarını koyanlar, yaptıkları muhteşem tatlılardan bahsedenler, hayatın ne güzel olduğunu kocaman harflerle yazanlar var.

20 Ocak 2010 Çarşamba

... üşüyorum!

kız bana bir şeyler anlatıyor, gösteriyordu. ben de büyük bir heyecan ve merakla onu takip ediyordum.

birden gözüm kızın arkasındaki pencereden dışarıya takıldı. gözlerim açık pencerenin ötesindeki yere doğru sürüklenmeye başladı. çok yavaş. sanki bir kameraydı gözlerim ve kamera gördüğü şeyi daha iyi görüntülemek için yaklaşıyordu.

birden kendimi bir vadinin ortasında buldum. etrafım kahverengiydi, her yer kahverengiydi. yerler çamurdu, balçıktı ve kahverengiydi. arabalar, insanlar bu balçığın içinden gidiyorlardı ama çok da mutluydular. herkes çamura batarak, kayarak vadiyi geziyordu. sanki çok önemli bir yermiş gibi, hayranlıkla etraflarını izliyorlar, birbirlerine kesinlikle dikkat etmiyorlar ve birbirleriyle ilgilenmiyorlardı. sanki herkes belli bir uyuşturucunun etkisindeymişçesine aynı hareketlerle ilerliyordu.

ben yanımdakileri izliyordum. kendi aralarında küçüğe bir şeyler anlatıyorlardı. herkes bir şey öğrendiğine, öğrettiğine çok memnundu. zaten prototip halinde mutlu oldukları için gerisi çok da önemli değildi.

yanımızdan bir araba geçti. ayakkabılarımızın çamurda bıraktığı izlere lastik izleri eklendi. büyük, kocaman lastik izleri. sanırım oldukça büyük bir arabaydı. çok dikkat etmemiştim. yerdeki lastik izlerini incelerken çok büyük, korkunç bir ses bütün vadiyi inletti. nasıl bir sesti tam bilemiyorum ama sanki çok yüksek bir yerden çok ağır bir şey düşmüş gibiydi. sanırım. bilmiyorum.

kimse tepki göstermedi. ama kimse. başımı kaldırdım ve yanımdaki adama baktım. adam kafasını kaldırdı ve gözleriyle kadını aradı. bulamadı. araba uzaklarda bir su birikintisinin yakınlarındaydı. uzağı çok iyi görmesine rağmen kadını göremiyordu.

birden arabanın yanında belirdi kamera. bir arabaya bir de altında kalmış kadına bakıyordu. uzaklardan koşarak gelen adam vardı. onun dışında herkes duruyordu. her şey aynı rutinde devam ediyordu. her şey kahverengiydi. her şey çamurdu.

adam geldiğinde ve kadını kucağına alıp arabanın altından çekip aldığında kamera gözyaşlarına yakından bakıyordu. sonra yavaşça kadını süzerek ayaklarına geldi. ayakları çıplaktı. biraz daha dikkatle baktığında, aslında dikkatle bakmasına gerek yoktu, sadece gördüğüne inanamıyordu, ayak tabanının enine baştan sona kesildiğini, topuğunun yakınında kocaman bir delik olduğunu ve oradan kanlar aktığını gördü. kahverengiden farklı tek renk kırmızıydı.

şimdi kalbim hızlı hızlı atıyordu. yorgandan dışarı çıkmış olan sol bacağım üşüyordu. tıpkı kadınınki gibi...
... inancımı yitirdim!

Ruh Halimin Güvencin Tedirginliği

Başlangıcında, "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı'nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım.

Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa'dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa'da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada "Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu" söylediğim için "Türklüğü aşağılamak" suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum. Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum.Urfa'dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri.

Şişli Savcısı'na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim "Türklüğü aşağılamak" gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti.

Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Kendimden emindim

Ama hayret işte! Dava açılmıştı.

Yine de iyimserliğimi kaybetmedim.

O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz'e "Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi" dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı.

Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu.

Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

"Ya sabır" çeke çeke...

Ama dönülmedi.

Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi.

Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi.

Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı.

"Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız" diye dayanmıştım günlerce, aylarca.

Davanın her celsesinde "Türkün kanı zehirlidir" dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında.

Her seferinde "Türk düşmanı" olarak biraz daha meşhur ediliyordum.

Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle.

Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu.

Tüm bunlara "Ya sabır" çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum.

Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim

Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı.

Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım.

Hakim "Türk Milleti" adına karar vermişti ve benim "Türklüğü aşağıladığımı" hukuken tescillemişti.

Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi.

Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı.

İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve "Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim"i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum:

"Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay'da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur."

Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah

Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS'takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk.

"Kara mizah" dedikleri bu olsa gerek.

Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki?

Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

"Türk Devleti adına"

İtiraf etmeliyim ki Türkiye'deki "Adalet sistemi"ne ve "Hukuk" kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım.

Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu?

Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı'sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil.

Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet'i koruyor.

Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet'in güdümünde.

Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar "Türk Milleti adına" deniyor olsa da, şu çok açık ki "Türk Milleti adına" değil, "Türk Devleti adına" verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay'a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi?

Hem sonra zaten, Yargıtay'dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu?

Azınlık Vakıfları'nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Başsavcının çabasına rağmen

Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu?

Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu.

Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul'a taşıdı.

Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul'da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi

Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink'i artık "Türklüğü aşağılayan" biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular.

Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü.

(Bu mektuplardan birinin Bursa'dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı'na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.)

Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil.

Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence.

"Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?" sorusu asıl beynimi kemiren.

Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.

Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.

Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.

Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.

Tıpkı bir güvercin gibiyim...

Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.

Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek?

"Canım, 301'in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?"

Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi...

İşte size bedel... İşte size bedel...


İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..?

Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

"Ölüm-Kalım" dedikleri

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız.

Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu.

Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında...

O noktada hep çaresiz kaldım.

"Ölüm-Kalım" dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım.

İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı.

Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı.

"Gidelim" dersem geleceklerdi, "Kalalım" dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek

İyi de, gidersek nereye gidecektik?

Ermenistan'a mı?

Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?

Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.

Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?

Rahat bana batardı!

"Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi.

Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.

Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.

Kalacaktık ve direnecektik.


Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...

Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Ürkek ve özgür

Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten.

Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvuruyorum.

Bu dava kaç yıl sürer, bilemem.

Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye'de yaşamaya devam edeceğim.

Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım.

Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.

Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?

Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.

Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.

Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.

Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.


HRANT DİNK - 19 Ocak 2007

16 Ocak 2010 Cumartesi

... mutsuzken burger king hiç iyi gelmiyor!

mutsuzluktan geberirken, galatasaray'daki burger king'in en üst katında hiçbir şey yemeden sadece duvara bakarken, duvarda reklam olsun diye yazılmış yazıya takılınır.

"istediğin gibi demek; sevdiklerinin fazlasına, sevmediklerinin azına sahip olmaktır."

insanın sinirlerini daha çok bozuyosunuz!

15 Ocak 2010 Cuma

... freddie ruhuma iyi geliyor!

yanımda freddie mercury olunca kendimi daha güçlü ve daha az kırılmış hissediyorum. insanın yanında bu kadar güçlü bir ruh olunca, paralel evrenlerde olsak bile enerjisini hissedip mutlu olabiliyor ya da yalnız olmadığını ve anlaşıldığını anlayabiliyor.

ilginç bir ilişki olsa gerek...

"eğer anlamıyorlarsa boşver tatlım!"

13 Ocak 2010 Çarşamba

... neden olduğunu unutuyorum!

Rachel Hansen: Look, I know you think she was the one, but I don't. Now, I think you're just remembering the good stuff. Next time you look back, I, uh, I really think you should look again.

500 days of summer'da tom'un kız kardeşi böyle demişti. tom ise summer ile yaşadığı kötü anları hatırlamak için kendini çok zorladı ve ancak bir iki tane şey bulabildi. sonra yaşadığı bunalıma, aşk acısına devam etti. oysa summer ona hiçbir şey vaadetmemişti.

problem şu ki; biri ilişkinin başında size bir şey vaadetmiyorsa, "ben buyum" diyorsa, biraz tutarlı davranmasını beklersiniz değil mi? her şey çok güzel olacak diye kendinizi kaptırmaz, ondan bir şey beklemezsiniz değil mi? ya da o ilişkiye başlamazsınız değil mi?

summer ve tom'da bu yoktu işte.
summer aşka zaten inanmıyordu.
tom da zaten aşka aşıktı.
sadece aşkın "aşk" olması ve onu tamamlayabilmesi için summer'ı seçmişti. neden? çünkü kafasında yarattığı "the one"ın özelliklerine sahip, karşısına çıkan tek kişi summer'dı.
bu noktada yine rachel sahneye çıkıyordu :

Rachel Hansen: Just because she's likes the same bizzaro crap you do doesn't mean she's your soul mate.

eğer bir insan karşınıza çıkıp size daha önce kimseden görmediğiniz bir sevgiyi, şefkati gösteriyorsa, yani size summer'ın tom'a vaadetmediği şeyi vaadediyorsa, bunun sürekli olmasını istersiniz değil mi?
insanlar demek ki bir şeyi elde edebilmek için başka bi karaktere bürünüp, o şeyi elde ettikten sonra gerçek benliklerine dönebiliyorlarmış. yeni keşfettiğim iyi oldu!
eğer summer tom'a aşık olsaydı, "ben ilişki insanı değilim, aşka inanmam" saçmalıklarını etmeyecek, daha öncekilerinin ona hissediremediği şeyi keşfedip değişecekti. bunu tom için değil kendisi için yapacaktı.

ama nooldu summer gitti başkasında bunu yaptı. kendisi için değişti.

Summer: I woke up one morning and I just knew.
Tom: Knew what?
Summer: What I was never sure of with you.

artık kafam daha karışık.

seven birisinin bu kadar çabuk bambaşka birine dönüşebilmesine anlam veremiyorum. kimseyi değiştirmek istemem. bunun için öyle bir sabra ve enerjiye artık sahip değilim.
sadece insanların oynamasına dayanamıyorum. ilişkiye ya da aşka inanmıyorsan bunlara bulaşmayacaksın da. "seni çok seviyorum ve mutsuz olmanı istemiyorum". öyleyse bulaşma bana! yalan söyleme bana! kalbimi kazanıp, herkesten en değerli yere sahip olup ve bunun için mükemmel bir sevgi gösterip "aslında ben ilişki insanı değilim" diyemezsin!
o zaman ben de döner giderim. kendi kendime severim seni ve giderim. ama giderim!

şimdi hatırlıyorum artık.

ve

Summer: You weren't wrong, Tom. You were just wrong about me.


ah bu arada...
Rachel büyük adamsın!

... last fm profilimde abdullah gül var!

meraba canım!

11 Ocak 2010 Pazartesi

... edward norton'u yolladım, brad pitt'i bekliyorum!



... bir kitap okudum hayatım değişti klişesi!

şimdi insan sevgilisinden ayrılınca kendini saçma sapan müziklere verir böylece çektiği acıyı katlanılmaz bi hale getirir, yerlerde sürünür ya...
ya da
"umrumda değilsin ben seni unuttum hoppaaa eller havaya" diye demet akalın vari bi tavır takınır... (hey! biliyoruz ki demet akalın bütün şarkılarını hala ibrahim'e yazıyo)
ya da
"nefret ediyorum senden, allah belanı versin" durumuna girer vs.

insandan insana göre değişir tabi ayrılık acısı. onu nasıl atlattığı, nasıl yaşadığı değişir. bu dünyada ne kadar insan varsa o kadar farklı işte.

ama neden müzik? sorun bu.

nick hornby'ın high fidelity'sini okuyorum. daha yarısındayım ama baya güzel tespitler yapmış. ilk defa bi kitabı okurken bu kadar çok gülüyorum. bunu da belirtmek gerek. bi de filmini çekmişlerdi. john cusack, jack black falan oynuyo.

neyse orada rob'un bu konuyla ilgili bi tespiti var;

"... what came first, the music or the misery? did i listen to music because i was miserable? or was i miserable because i listened to music? do all records turn you into a melancholy person? people worry about kids playing with guns, and teenagers watching violent videos; we are scared that some sort of culture of violence will take them over. nobody worries about kids listening to thousands - literrally thousands - of songs about broken hearts and rejection and pain and misery and loss. the unhappiest people i know, romantically speaking, are the ones who like pop music the most; and i don't know wheter pop music has caused this unhappiness, but i do know that they've been listening to the sad songs longer than they've been living the unhappy lives."

öyle işte...

o yüzden şimdi "ayrılık" başıklı playlistimizi kaldırıyoruz di mi?
... anlamıyorum!

UYAP vatandaşlık portalı diyorsunuz da ben giremiyorum, ne iş?
...böyle ayrılık olmaz!

insan sevdiği insandan neden ayrılır?
neden kollarında yatarken huzur bulduğu, bambaşka bi dünyadaymış gibi hissettiren o özel insandan uzak olmak ister?
yanından ayrılmak bile istemezken, her gün her dakika onunla beraber olmak isterken neden uzaklaşmayı tercih eder?...

bazen sadece sevmek yeterli olmuyormuş.


Bu Blogda Ara