30 Mart 2010 Salı

... anlamayan ve umursamayan bir ırktanız!

"yıllarca ötedeki gezegenlerde - adı olmayan, insanlarının yalnızca dünya olarak adlandırdıkları, tarihi olmayan, geçmişin mitten ibaret olduğu, geriye dönen bir araştırmacının birkaç yıl önce yaptığı şeyleri tanrısallaşmış bulduğu gezegenlerde - gerçeği efsaneden nasıl ayırt edebilirsiniz? anlamsızlık, ışık hızı yol alan gemilerimizin kapattığı zaman boşluğunu karartır ve belirsizlikle oransızlık bu karanlıkta ayrıkotu gibi biter.

gerçeği efsaneden, doğruyu doğrudan nasıl ayırt edebilirsiniz?"


... eat me home cookies!

hayalimdeki evi çok güzel oluşturuyorum. kesip yapıştırıyorum. elimdekilere bakarsak farklı on ev çıkar herhalde. gerçekte olurlar mı onu bilemiyorum tabi. ama evim nasıl olursa olsun yapmak istediğim iki şey var. biri yatak odamın tavanını gökyüzü şeklinde yapmak istiyorum. hatta küçük ışıklarla gerçek yıldız takımlarını falan yapıcam. o derece. bildiğin gökyüzü işte. hani bir yaz gecesi kumsalda yatıp, denizi dinlerken izlediğin o sonsuz yer. ben orayı çok seviyorum ve her gün görmek istiyorum. hepsi bu. bi de başka bi hayalim vardı bununla ilgili. çatı katında bir evim olursa eğer yattığım yerden tavana pencere açmak istiyordum ama istanbul'da bunun pek de bi anlamı olmayacak gibi. yıldızları bile göremiyoruz buralardan. ikinci hayalim için de sevdiğim insanla olmam gerek. yoksa pek bi anlamı olmaz, şimdi de olmuyor zaten...

hayal aleminde yaşamak pek güzel.

bi de bu aralar bizim evin mutfağının kocaman boş duvarını bi şekilde doldurmak istiyorum, nasıl yapsam bilemedim. resim mi çizip assam, direkt üzerine bi şeyler mi çizsem, ya da küçük küçük çerveler mi yapsam falan. teyzemle bir şeyler yaratabiliriz belki, onunla konuşmak lazım. bizimkiler beğenir mi bilemiyorum tabi ama nedense baya aklıma takıldı bu aralar. sonuçta yıllardır orası bomboş, neden şimdi bilemedim.

29 Mart 2010 Pazartesi

... bildiğimi bilmesem!

"aile ilişkileri önemli" derken bazı şeyleri bilmiyor olması çok üzücü. benimse bildiklerimden etkilenerek verdiğim saçma tepkiler de bunun yanında bir o kadar can sıkıcı. 

bazen belki de bilmemek daha mı iyi diye düşünmeden edemiyorum... belki de o yüzden bazı insanlar bilmiyormuş gibi yaparak daha mutlu yaşayabiliyorlar. 


22 Mart 2010 Pazartesi

... mutluluk mudur?

en sevilenle ve yeni iki güzel insan ile birlikte;
yürüyerek taksim'den sultanahmet'e gitmek.
denizin üzerinden geçerken arnavutköy'ün karşısındaki askeri okulu görememek ama görmüş gibi yapmak.
balıkçıların ısrarlarını kırmak zorunda kalmak.
sultanahmet'te namlı rumeli köftecisi'nde köfte, piyaz ve irmik helvası yiyip, dünyadan soyutlanmak, sarhoş olmak ve kahkahalar atmak.
"müzeler pazartesi kapalıdır ama şansımızı bir deneyelim" diyerek topkapı sarayı'na gitmek ve akşama kadar orada dolaşmak.
kaçıkçı elmasının 3 kaşık karşılığı alındığını öğrenmek, "tek taş da neymiş" demek.
karşılaşılan her hayvanı sevmek ama papağanların saldırısına uğramak. 
lala ve hekimbaşı ile samimi anlar yaşamak.
surların üstünde albüm kapağı için fotoğraf çekmek. 
gülhane parkını bütün o yorgunluğa rağmen katedip, deniz manzarasına karşı 4 kişilik demlikten yaklaşık 20 bardak çay çıkarmak.
kahkahalar atmak.
huzurla dolmak.
yorulmak ama yorulmamak.

mutluluk budur!...

21 Mart 2010 Pazar

... cevabı aranan sorular vol.1

neden insanın aklına sürekli geçmiş zamanlar gelir? bugünden, sahip olunanlardan veya olunmayanlardan memnunsa bile bilincimiz bize neden bu oyunu oynar?

18 Mart 2010 Perşembe

... artık bitse de gitsek!

i'd like to be under the sea
in an octopus's garden in the shade
he'd let us in, knows where we've been
in his octopus's garden in the shade

i'd ask my friends to come and see
an octopus's garden with me
i'd like to be under the sea
in an octopus's garden in the shade

we would be warm below the storm
in our little hideaway beneath the waves
resting our head on the sea bed
in an octopus's garden near a cave

we would sing and dance around
because we know we can't be found
i'd like to be under the sea
in an octopus's garden in the shade

we would shout and swim about
the coral that lies beneath the waves
(lies beneath the ocean waves)
oh what joy for every girl and boy
knowing they're happy and they're safe
(happy and they're safe)

we would be so happy you and me
no one there to tell us what to do
i'd like to be under the sea
in an octopus's garden with you
in an octopus's garden with you
in an octopus's garden with you
.
.
.
.
.
.
.
.
.
.
ben bittim bu sene bitmedi. 
.
.
.

10 Mart 2010 Çarşamba

... the ones you love are always in your heart!

Carrie: I got to thinking about fate. That crazy concept that we're not really responsible for the course our lives take. That it's all predestined, written in the stars. Maybe that explains why, if you live in a city, where you can't even see the stars, your love life tends to feel a little more random. And even if our every man, every kiss, every heartache, is pre-ordered from some cosmic catalogue, can we still take a wrong step and wander off our own personal milky way? I couldn't help but wonder, can you make a mistake and miss your fate?

Carrie: Maybe our mistakes are what make our fate. Without them, what would shape our lives? Perhaps if we never veered off course we wouldn't fall in love, or have babies, or be who we are. After all, seasons change. So do cites. People come into your life and people go. But it's comforting to know that the ones you love are always in your heart. And if you're very lucky, a plane ride away.

7 Mart 2010 Pazar

... Valentina Vladimirovna Tereşkova olmak!



1960'larda Sovyetler Birliği'nde hobi olarak paraşütçülüğe başlayıp sonunda uzaya gönderilen ilk sivil kadın olmak, dünya yörüngesi etrafında 48 tur atmak ve 3 gün uzayda kalmak!



5 Mart 2010 Cuma

... shine on you crazy diamond!

shine on you crazy diamond 
remember when you were young, you shone like the sun.
shine on you crazy diamond.
now there's a look in your eyes, like black holes in the sky.
shine on you crazy diamond.
you were caught on the crossfire of childhood and stardom, blown on the steel breeze.
come on you target for faraway laughter, come on you stranger, you legend, you martyr,
and shine!

you reached for the secret too soon, you cried for the moon.
shine on you crazy diamond.
threatened by shadows at night, and exposed in the light.
shine on you crazy diamond.
well you wore out your welcome with random precision, rode on the steel breeze.
come on you raver, you seer of visions, come on you painter, you piper, you prisoner,
and shine!

shine on you crazy diamond 
nobody knows where you are, how near or how far.
shine on you crazy diamond.
pile on many more layers and i'll be joining you there.
shine on you crazy diamond.
and we'll bask in the shadow of yesterday's triumph, and sail on the steel breeze.
come on you boy child, you winner and loser, come on you miner for truth and delusion,
and shine!
... together we stand, divided we fall!


ilk aşkımdı o benim. hatta resmen çocukluk aşkımdı. o da ben de kendimizi büyük sanan çocuklardık. nasıl severdim onu tam hatırlayamıyorum. sonlara doğru nasıl sevmemeye başladığımı da hatırlamıyorum. ama sanırım onun yanında büyüdüm ben. o da benimle beraber büyüdü. bu yüzden belki de birbirimizi bu kadar iyi anladık. birbirimizi daha üzmemiştik, canımızı acıtmamıştık. çocukça bir aşktı bizimki. saf, narin ve üstünkörü ama sıkı sıkı bağlı ve uzunca bir süre kopmayan. 

bir akşamüstü evinden çıkmış yürüyorduk. beni dolmuşa bırakacaktı. bana bir süprizi olduğunu söylemişti. ama o süprizi sanırım hiç yapamadı. sadece bana "blower's daughter" demişti. bu şarkı ayrılırken şarkımız olmuştu. ve ben daha sonra sürekli bu şarkıyı dinlemiştim. hep "did i say that i loathe you? did i say that i want to leave it all behind?" demiştim kendi kendime. o bunu hiç bilmedi. 

"'til i find somebody new..."

sonra her şey bir bir yıkılmaya başladı. inandıklarım, düşündüklerim, hissettiklerim, hayatım. her şey paramparça oldu. umursamıyormuş gibi yaparak acı çektiğimi kendime bile belli etmedim. aklıma geleni yaptım. sevdim sandım ama hiç sevmedim. sevildim sandım ama hiç sevilmedim. buna alışkın değildim. bu kadar kötü kalpli olunabileceğini bir türlü anlayamadım. kendi kendime vakit kaybettim. risk almak ve görmek, deneyimlemek istedim. ama bu zaten sağlam olmayan temelleri daha da sarstı ve neredeyse bir harabeye dönüştürdü. çok uyarıldım. çok söylendi ama ben hiç dinlemedim. hep sustum, hep yaşadım. "we've been young and we've been free been having confidence in love and honesty" ama enkazdan arta kalan hiç bir şey yoktu. canlı tek bir şey bile kurtulamamıştı. aslında çok güçlü durmaya çalışıp hep sakin davranmıştı ama sonunda artık umrunda bile değildi. yaşanan hep tezatlıktı ve hiç biri gerçek değildi. herşey bir oyun, yalandan ibaretti. yalan bir hayattı.

bodrum'da iki deliyle boğuşurken buldum kendimi. buldum ama aslında kendimde değildim. karamsarlık ve mutsuzluk her yeri sarmıştı. bu ben değildim ama bunu göremiyordum. sadece iyileştirmek istiyordum, tedavi etmek. iyilik yapmak belki de. fazla fedakarlıkta bulunuyordum. gözüm bir şey görmüyordu. onların da. neyi istemediğimi çok iyi öğrenmiştim. bana neyin iyi gelip neyin gelmediğini görmüştüm. ve onu aradım. onunla konuştum yarım saat boyunca. ve beni hep güldürdü. hep güldürürdü zaten. beni yalnız bırakıp gitmişlerdi, karanlıktı ama sonra her şey aydınlandı. geri geldiklerinde değişmiştim. artık neyi istediğimi biliyordum. "need to be the one redefine yourself see it in your mind this is all a game"

bir ara sokakta buluşmuş tantuni yiyorduk. ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum. sanırım gelecek ile ilgili bir şeyler konuşuyorduk. onun işe dönmesi gerekiyordu. o yüzden sonra ayrıldık sanırım. daha sonra yine buluştuk. bu sefer beraber bir şeyler içtik. geçmiş konusu açıldı. konuştuk. neyi isteyip neyi istemediğimi anlatmıştım. sonra "comfortably numb" olduk. hayaller kurduk, geçmiş hataları silip biraz daha büyüyerek baktık herşeye. ama çok dayanamadık. daha doğrusu ben dayanamadım. "the child is grown, the dream is gone.

çok kızdırdım, ağlattım, çok ama çok üzdüm. hiç dinlemedim. 

jim morrison'ın çok sevdiğim bir siyah beyaz fotoğrafı var. bir konser sırasında çekilmiş. sahnenin ortasında sırtını izleyenlerine dönerek cenin pozisyonunda, elinde mikrofonu ile yatmış. 

soundtrack olarak jeff buckley - so real seçmişim. koltuğunda jim gibi yatıyorum. belli ki orada olmak istiyorum ama aynı anda olmamak da istiyorum. sığınmışım o koltuğa ama o koltuk beni kabul etmiyor. karşıma kaçtığım insanın suratı beliriyor. gözümü kapatıp daha da büzüşüyorum ve müzik hiç değişmiyor. gittikçe sesi artıyor. ben büzüşüyorum. o yok. ben ise jim'im. başkası var. başkasını istemiyorum. onun beni kurtarmasını istiyorum. herşey siyah beyaz. tıpkı fotoğraftaki gibi. jim gibi. jeff buckley bağırmaya devam ediyor. "i love you but i'm afraid to love you!" ben "love let me sleep in your couch" diyorum. beni duymuyor. gözlerimi sıkıca kapıyorum. gözyaşlarımı tutuyorum. beni tehdit ediyorlar. bana bağırıyorlar. ve o yanımda değil. gelmiyor. sadece kanepesinde yatmama izin veriyor. bu işle tek başıma başa çıkmam gerekiyor. yavaş yavaş müzik azalıyor. ve o hiç orada olmayan, hiç yanımda olmayan yavaş yavaş uzaklaşıyor. hissedebildiğim tek şey bu!

çok ağladım. çok saçmaladım. hiç dinlemedim. çok üzüldüm. pişmanlık değildi ama belki de ilk acıydı. çok acıydı hem de. üzmek ve üzülmek. aynı anda. çok zor. çok şey kaybettim. hiç bir şey kazanmadım. belki de sadece çok ama çok aşık oldum. ve hiç bir zaman orada olmayan bir aşktı bu. müzede kulaklarımda kulaklık ekrana bakarken yaptığım saçma sapan surat ifadelerini izleyip beni durup dururken öpen bir aşk. bana sakinlemem gerektiğini söyleyen aşk. beni gezdirip, benimle ilgilenen ve sonra da yapayalnız bırakan bir aşk. sonra herşeyin sakinlemesini beklemek gerektiğine kanaat getiren aşk. her gece ağlatan, uyutmayan aşk. günlerce dayanamayıp sonunda aranan ve soğuk bir konuşmayla karşılık veren aşk. yolda görünce parıldayan gözleriyle bana bakan, ilk günkü enerjiyi hissettiren ama hiç bir şey yapmayan aşk. şu anda başkasına bakan ve hiç bi zaman eskiye bakmayacak olan aşk.

sonra karanlık bir dönem başladı. asiler imparatorluğu ortadan kaldırmaya çalışıyordu. yine geçmişe dönüldü. belki bir şans daha vermek için, belki intikam, belki de vicdan rahatlatmak için. bu sondu. tüketmek için biraraya gelinmişti. geleceği olmayan bir şeyi, birbirimizi tüketmek, içimizi rahatlatmak ve birbirimize bunun olmayacağını göstermek istiyorduk. bunu açık açık söylemesek ve kabul etmesek de resmen oyun oynuyorduk. birbirimizi seviyormuş ve çok mutluymuşuz ama asla eskisi gibi olamayacakmışız gibi. birbirimize bunu kanıtlamak istiyorduk. ama bunu bilmiyormuş gibi yaparken "c'est payé, balayé, oublié. je me fous du passé." diyorduk ama geçmiş hiç bir yere gitmeden karşımızda oturmaya ve bizimle alay etmeye devam ediyordu. sadece biz görmüyorduk. "car ma vie,car mes joies, aujourd'hui, ça commence avec toi" diyerek başlıyorduk.ve tabi ki başaramıyorduk.

sonunda duraklama döneminden çıkıp ilerlemeye başlamıştık. en azından öyle gözüküyordu. her şey fazla mükemmeldi. belki de fazla aceleydi. ilk günden sevilmeler, birbirine koşmalar göze çarpmıyor, elbet hoşa gidiyordu. ama güvenmemeye alışkın bünya bunları yine de sorgularken, böyle bir sevgiyi daha önce kimseden görmediğini düşünerek hayretlere uğruyor, kapıldıkça kapılıyordu. sonra yavaş yavaş büyü bozulmaya başladı. hayat ilerlemeyi durdurdu. yeni bir sayfa yavaş yavaş ama aynı zamanda hızlıca bir şekilde eskimeye başlamıştı. yapacak hiç bir şey kalmadığında sayfa koparıldı ve yakıldı. "when i spread my wings to embrace him for life i'm suckin' out his love, i, i'll never be nobody's wife"diyerek her şey susturulup uykuya yatıldı. hala uyanan yok.


"in my dreams i'm dying all the time as i wake its kaleidoscopic mind
i never meant to hurt you i never meant to lie
so this is goodbye this is goodbye

tell the truth you never wanted me!
"



4 Mart 2010 Perşembe

... i've heard the hiss of the train at the railway head!

always the summers are slipping away
find me a way for making it stay

tren raylarının ortasında duruyordum. koşmuş, nefes nefese kalmıştım. yine kaçırmıştım. yine gidiyordu ve ben arkasından bakıyordum...

pencereden dışarıya baktım. hava güneşliydi. her yer yazın pastel ve canlı renkleriyle doluydu. büyüleyici bir parlaklık vardı. gördüğüm her canlı, her nesne etrafında bir ışık hüzmesi vardı. gözlerim kamaşıyordu ve ben acı çekmeme rağmen bakmaya devam ediyordum. fiziksel acıma eklenen göğsümdeki boşluk ve ağırlık hissi gözlerimi dolduruyordu. ben ağlıyordum. yavaş yavaş. yanaklarımdan sessiz sakin süzülerek.

çimenlerin üzerinde oynayan renkli çocuklar vardı. sarı, kırmızı, mavi, yeşil... bahçede buldukları hortumla birbirlerini ıslatıyorlardı. süs havuzlarındaki fıskiyeler gibi etrafa sıçrayan sular. ve gülüyorlardı. ve bağırıyorlardı. diğer tarafta tramplenin üstünde elele zıplayan çocuklar vardı. aynı anda, senkronize zıplıyorlardı. ve gülüyorlardı. ve bağırıyorlardı. ben ise gri dünyamdan onları izliyordum.

kapıyı açtım. koşmak istedim. onların yanına gidip ıslanmak istedim. onların yanına gidip zıplamak istedim. ve gülmek. ve bağırmak. yapamadım. adımımı dışarıya attığım anda gri dünyam da benimle birlikte adımını attı. yavaş yavaş ıslanmaya başladım. başımı kaldırdım. hava kapanmış, şekilli bulutlar toplanmıştı. çocuklara doğru baktım. orada hala yazdı. renkler vardı. sarı, kırmızı, mavi, yeşil... parlak ve canlı. bende ise her şey gri, soğuk ve ürkütücüydü. tıpkı... 

sesini duydum. koşmaya başladım. dünyam tren raylarına çok uzak değildi ama koştukça yol uzadı, yavaşladıkça yol uzadı. bir süre sonra önüme ağaçlar çıkmaya başladı. bazıları gökyüzünden tam önüme düşüyorlar, bazıları da yer altından önüme çıkıyorlardı. ben koşarak onları geçmeye çalışıyordum ama onlar gittikçe bir ormana dönüşüyorlardı. ben bu sefer kaçırmayacaktım. o yüzden bütün engelleri aşmalıydım. bu sefer yazı kaçırmayacaktım. gri dünyamdan renkler içine atlayacaktım. öyle ki son anda tutunup, boşluğuna bırakacaktım kendimi. uzun bir tünelde, derin bir kuyuda yavaş yavaş renkler arasında kaybolarak, dönüp duracaktım. sona yaklaşırken bütün renkler bana sahip olacaklardı. sarı, kırmızı, mavi, yeşil. gözlerimi kapatıp, kendimi ona verecektim, süzülecektim. siyah ve beyazın karışımından kurtulacaktım. tanımayacaktım onları. mutlu bir şekilde kollarımı açacaktım. ve sırt üstü çimenlere düşecektim. tıpkı bir bulutun üstüne düşmüş gibi. yumuşacık, huzurlu ve mutlu. 

o beni oraya götürecekti. bu yüzden durmadan koşmalıydım. hızlandım. ağladım. yavaşladım. ağladım.

always the summers are slipping away
find me a way for making it stay

tren raylarının ortasında duruyordum. koşmuş, nefes nefese kalmıştım. yine kaçırmıştım. yine gidiyordu ve ben arkasından bakıyordum...


...  last night I dreamt that somebody loved me!


last night i dreamt that somebody loved me no hope, no harm just another false alarm last night i felt real arms around me no hope, no harm just another false alarm.
so, tell me how long before the last one ? and tell me how long before the right one ?
the story is old - i know but it goes on
the story is old - i know but it goes on

oh, goes on and on oh, goes on and on...

1 Mart 2010 Pazartesi

... unutmak diye bir şey yok!

istiklal caddesi'nde hızlı hızlı yürürken onun gibi sırt çantasını iki omzuna asmış, kambur ve aynı zamanda omuzlarını yukarı kaldırarak hızlı hızlı yürüyen birini gördüm. o anda düşünmeye başladım. 4 yıl önce, artık liseden kurtulmuş, kendimizi "büyük" hissederken aslında hala "çocuk" olduğumuz zamanlarda yaşadıklarımıza baktım. o zamanlarda ne kadar saf, ne kadar kırılgan olduğumuzu fark ettim ve acaba şimdi, şu anda sahip olduğumuz deneyimlerle, düşücelerle ve bakış açılarıyla 4 yıl öncesine gidersek herşeyin nasıl olabileceğini sordum kendime. 

her şey daha saf ve narinken daha değerliydi sanırım. yıllar geçip, insanlar birbirlerine bir şekilde zarar verip, hayata bakış açılarını, hissettiklerini, düşüncelerini değiştirdiği anda dönüp o narin zamanlara bakınca, keşke demese bile, acaba dedirtebiliyor. 

her şey daha farklı yaşansaydı, şu anda ne olurdu? bunu merak ediyorum. 

her geçen günün insanı nasıl değiştirdiğini şimdi daha rahat görebiliyorum. insanların nasıl değişime uğradığını yaşananlar karşısında verdikleri tepkilerle ölçebiliyorum. keşke demek istemiyorum, demiyorum da ama merak ediyorum sadece. ben o hataları yapmasaydım, ben öyle hissetmeseydim, şimdi ben "ben" olabilir miydim? daha doğrusu "şimdiki ben" olabilir miydim? 

şu anda yaşadığım her şeyi "gereksiz" görüyorum. yani olmasa da olurmuş gibi ama olmasaydı da şu anda daha farklı olurmuşum gibi. saygı duyduklarım var ama bu gereksiz oldukları gerçeğini yok etmiyor malesef.

kafamdan geçmişin senaryolarını tekrar tekrar yazıyorum ama hiç bir zaman istediğim gibi olmuyor. çünkü istediğim gibi olan aslında yaşandı. daha neden bu kadar uğraşıyorum bilmiyorum. 

insan geçmişe özlem duymamalı ama onu da asla göz ardı etmemeli, unutmamalı. 
unutmak aslında iyi bir şey değil. 
"unutursun" demek de. insan unutmamalı çünkü. hem unutamaz da.
o yüzden dönüp dolaşıp aynı şeyleri kafasında yaşayıp durur.

Bu Blogda Ara