5 Mart 2010 Cuma

... together we stand, divided we fall!


ilk aşkımdı o benim. hatta resmen çocukluk aşkımdı. o da ben de kendimizi büyük sanan çocuklardık. nasıl severdim onu tam hatırlayamıyorum. sonlara doğru nasıl sevmemeye başladığımı da hatırlamıyorum. ama sanırım onun yanında büyüdüm ben. o da benimle beraber büyüdü. bu yüzden belki de birbirimizi bu kadar iyi anladık. birbirimizi daha üzmemiştik, canımızı acıtmamıştık. çocukça bir aşktı bizimki. saf, narin ve üstünkörü ama sıkı sıkı bağlı ve uzunca bir süre kopmayan. 

bir akşamüstü evinden çıkmış yürüyorduk. beni dolmuşa bırakacaktı. bana bir süprizi olduğunu söylemişti. ama o süprizi sanırım hiç yapamadı. sadece bana "blower's daughter" demişti. bu şarkı ayrılırken şarkımız olmuştu. ve ben daha sonra sürekli bu şarkıyı dinlemiştim. hep "did i say that i loathe you? did i say that i want to leave it all behind?" demiştim kendi kendime. o bunu hiç bilmedi. 

"'til i find somebody new..."

sonra her şey bir bir yıkılmaya başladı. inandıklarım, düşündüklerim, hissettiklerim, hayatım. her şey paramparça oldu. umursamıyormuş gibi yaparak acı çektiğimi kendime bile belli etmedim. aklıma geleni yaptım. sevdim sandım ama hiç sevmedim. sevildim sandım ama hiç sevilmedim. buna alışkın değildim. bu kadar kötü kalpli olunabileceğini bir türlü anlayamadım. kendi kendime vakit kaybettim. risk almak ve görmek, deneyimlemek istedim. ama bu zaten sağlam olmayan temelleri daha da sarstı ve neredeyse bir harabeye dönüştürdü. çok uyarıldım. çok söylendi ama ben hiç dinlemedim. hep sustum, hep yaşadım. "we've been young and we've been free been having confidence in love and honesty" ama enkazdan arta kalan hiç bir şey yoktu. canlı tek bir şey bile kurtulamamıştı. aslında çok güçlü durmaya çalışıp hep sakin davranmıştı ama sonunda artık umrunda bile değildi. yaşanan hep tezatlıktı ve hiç biri gerçek değildi. herşey bir oyun, yalandan ibaretti. yalan bir hayattı.

bodrum'da iki deliyle boğuşurken buldum kendimi. buldum ama aslında kendimde değildim. karamsarlık ve mutsuzluk her yeri sarmıştı. bu ben değildim ama bunu göremiyordum. sadece iyileştirmek istiyordum, tedavi etmek. iyilik yapmak belki de. fazla fedakarlıkta bulunuyordum. gözüm bir şey görmüyordu. onların da. neyi istemediğimi çok iyi öğrenmiştim. bana neyin iyi gelip neyin gelmediğini görmüştüm. ve onu aradım. onunla konuştum yarım saat boyunca. ve beni hep güldürdü. hep güldürürdü zaten. beni yalnız bırakıp gitmişlerdi, karanlıktı ama sonra her şey aydınlandı. geri geldiklerinde değişmiştim. artık neyi istediğimi biliyordum. "need to be the one redefine yourself see it in your mind this is all a game"

bir ara sokakta buluşmuş tantuni yiyorduk. ne konuştuğumuzu hatırlamıyorum. sanırım gelecek ile ilgili bir şeyler konuşuyorduk. onun işe dönmesi gerekiyordu. o yüzden sonra ayrıldık sanırım. daha sonra yine buluştuk. bu sefer beraber bir şeyler içtik. geçmiş konusu açıldı. konuştuk. neyi isteyip neyi istemediğimi anlatmıştım. sonra "comfortably numb" olduk. hayaller kurduk, geçmiş hataları silip biraz daha büyüyerek baktık herşeye. ama çok dayanamadık. daha doğrusu ben dayanamadım. "the child is grown, the dream is gone.

çok kızdırdım, ağlattım, çok ama çok üzdüm. hiç dinlemedim. 

jim morrison'ın çok sevdiğim bir siyah beyaz fotoğrafı var. bir konser sırasında çekilmiş. sahnenin ortasında sırtını izleyenlerine dönerek cenin pozisyonunda, elinde mikrofonu ile yatmış. 

soundtrack olarak jeff buckley - so real seçmişim. koltuğunda jim gibi yatıyorum. belli ki orada olmak istiyorum ama aynı anda olmamak da istiyorum. sığınmışım o koltuğa ama o koltuk beni kabul etmiyor. karşıma kaçtığım insanın suratı beliriyor. gözümü kapatıp daha da büzüşüyorum ve müzik hiç değişmiyor. gittikçe sesi artıyor. ben büzüşüyorum. o yok. ben ise jim'im. başkası var. başkasını istemiyorum. onun beni kurtarmasını istiyorum. herşey siyah beyaz. tıpkı fotoğraftaki gibi. jim gibi. jeff buckley bağırmaya devam ediyor. "i love you but i'm afraid to love you!" ben "love let me sleep in your couch" diyorum. beni duymuyor. gözlerimi sıkıca kapıyorum. gözyaşlarımı tutuyorum. beni tehdit ediyorlar. bana bağırıyorlar. ve o yanımda değil. gelmiyor. sadece kanepesinde yatmama izin veriyor. bu işle tek başıma başa çıkmam gerekiyor. yavaş yavaş müzik azalıyor. ve o hiç orada olmayan, hiç yanımda olmayan yavaş yavaş uzaklaşıyor. hissedebildiğim tek şey bu!

çok ağladım. çok saçmaladım. hiç dinlemedim. çok üzüldüm. pişmanlık değildi ama belki de ilk acıydı. çok acıydı hem de. üzmek ve üzülmek. aynı anda. çok zor. çok şey kaybettim. hiç bir şey kazanmadım. belki de sadece çok ama çok aşık oldum. ve hiç bir zaman orada olmayan bir aşktı bu. müzede kulaklarımda kulaklık ekrana bakarken yaptığım saçma sapan surat ifadelerini izleyip beni durup dururken öpen bir aşk. bana sakinlemem gerektiğini söyleyen aşk. beni gezdirip, benimle ilgilenen ve sonra da yapayalnız bırakan bir aşk. sonra herşeyin sakinlemesini beklemek gerektiğine kanaat getiren aşk. her gece ağlatan, uyutmayan aşk. günlerce dayanamayıp sonunda aranan ve soğuk bir konuşmayla karşılık veren aşk. yolda görünce parıldayan gözleriyle bana bakan, ilk günkü enerjiyi hissettiren ama hiç bir şey yapmayan aşk. şu anda başkasına bakan ve hiç bi zaman eskiye bakmayacak olan aşk.

sonra karanlık bir dönem başladı. asiler imparatorluğu ortadan kaldırmaya çalışıyordu. yine geçmişe dönüldü. belki bir şans daha vermek için, belki intikam, belki de vicdan rahatlatmak için. bu sondu. tüketmek için biraraya gelinmişti. geleceği olmayan bir şeyi, birbirimizi tüketmek, içimizi rahatlatmak ve birbirimize bunun olmayacağını göstermek istiyorduk. bunu açık açık söylemesek ve kabul etmesek de resmen oyun oynuyorduk. birbirimizi seviyormuş ve çok mutluymuşuz ama asla eskisi gibi olamayacakmışız gibi. birbirimize bunu kanıtlamak istiyorduk. ama bunu bilmiyormuş gibi yaparken "c'est payé, balayé, oublié. je me fous du passé." diyorduk ama geçmiş hiç bir yere gitmeden karşımızda oturmaya ve bizimle alay etmeye devam ediyordu. sadece biz görmüyorduk. "car ma vie,car mes joies, aujourd'hui, ça commence avec toi" diyerek başlıyorduk.ve tabi ki başaramıyorduk.

sonunda duraklama döneminden çıkıp ilerlemeye başlamıştık. en azından öyle gözüküyordu. her şey fazla mükemmeldi. belki de fazla aceleydi. ilk günden sevilmeler, birbirine koşmalar göze çarpmıyor, elbet hoşa gidiyordu. ama güvenmemeye alışkın bünya bunları yine de sorgularken, böyle bir sevgiyi daha önce kimseden görmediğini düşünerek hayretlere uğruyor, kapıldıkça kapılıyordu. sonra yavaş yavaş büyü bozulmaya başladı. hayat ilerlemeyi durdurdu. yeni bir sayfa yavaş yavaş ama aynı zamanda hızlıca bir şekilde eskimeye başlamıştı. yapacak hiç bir şey kalmadığında sayfa koparıldı ve yakıldı. "when i spread my wings to embrace him for life i'm suckin' out his love, i, i'll never be nobody's wife"diyerek her şey susturulup uykuya yatıldı. hala uyanan yok.


"in my dreams i'm dying all the time as i wake its kaleidoscopic mind
i never meant to hurt you i never meant to lie
so this is goodbye this is goodbye

tell the truth you never wanted me!
"



1 yorum:

  1. boyle seyler yaziyorsun, ben sadece ben oluyorum. az once, bu yaziyi okumadan hemen once defterimde "together we stand, divided we fall!" yazisini gordum. sonra senin blogunu okumak istedim. bunu gorunce gulumsedim, biliyorsun (:

    YanıtlaSil

Bu Blogda Ara