29 Ocak 2010 Cuma

... haddim olmadan!

lanet kırmızı avcı şapkası

odanın ışıkları yanmıyordu. sadece renkli ışıkları sürekli değişen bir gece lambası yanıyordu. bu renkli ışıklar onu görmeme yardım ediyordu. kırmızı, mavi, sarı, yeşil... bir gökkuşağı vücudunda yanıp sönüyordu. yatağına uzanmış, renkli Holden'ları izliyordum ve biz hiç konuşmuyorduk.
yazın ortasıydı ve kafasında kırmızı bir avcı şapkası vardı. pencere açıktı ve yağmur odanın içine yağıyordu. renkleri izliyor, yağmuru dinliyordum; çünkü Holden hiç konuşmuyordu. bazen hiç konuşmazdık, işte böyle...
ayağı kalktım ve ona doğru yaklaştım. avcı şapkasını kafasından çıkardım. umursamadı. eşyalarını toplamakla uğraşıyordu. kürkünün yumuşaklığı o kadar etkileyiciydi ki okşamayı bırakamıyordum. oysa, bir süreliğine gitmesi gerekiyordu.

ona lanet kırmızı avcı şapkamı gösterdim, hoşuna gitti. dışarı çıkmadan önce giydirdi bana şapkayı, çünkü saçım bayağı ıslaktı. halbuki yazın ortasındaydık. çok iyi bir kızdı. 

Holden Caulfield ile bir gezi sırasında tanışmıştık. bir kış günüydü. şapkası yoktu. tam da olması gereken bir günde, karların içinde yuvarlanırken o kırmızı avcı şapkası yoktu.

aralık ayı filandı, o rezil tepede hava, cadı karı memesi gibi soğuktu. üstümde çift taraflı giyilebilen paltom vardı, eldiven filan da yoktu tabii. bir hafta önce birileri odamdan devetüyü paltomu, cebindeki içi kürklü eldivenimle birlikte yürütmüştü.

bir uçurumun kenarındaydı, aşağıya bakıyordu. fırtına çıkmak üzereydi, düşecek diye korkuyordum. atlamak mı istiyordu bilmiyordum. o anda aklından neler geçtiğini bilmek o kadar çok isterdim ki... zaten hep ne düşündüğünü bilmek isterdim. ben hep anlatırdım, o da hep dinlerdi. hiç anlatmaz, hep sorular sorardı.

binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta benden başka. ve çılgın bir uçurumun kenarında durmuşum. ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum.

sonra bana döndü ve gülümsedi. ben de ona gülümsedim. gülümsememi çok severdi, mutlu olmamdan çok hoşlanırdı. bunu daha ilk tanışmamızda kollarında ağladıktan biraz sonra söylemişti. beni bir kutu kurabiye ve sütle kandırmış, gülümsetmeyi başarmıştı. daha sonraları anladım, böyle şeyler yapmayıp, söylemediğini. demek ki değişik bir etkileşim vardı aramızda. ben onunla beraber mutlu olabiliyordum; o da benim mutluluğumla mutlu olabiliyordu. bunlar aramızda hiç konuşulmazdı ama bilinirdi. neyse. beni gülümsetti, mutlu oldu ve kapıdan çıktı.

paltomun cebinden avcı şapkamı çıkardım ve ona verdim. bu çılgın şapkalara bayılır. almak istemedi ama üsteledim. bahse girerim, başında o şapkayla uyumuştur. böyle şapkaları gerçekten çok sever.

ikinci gidişini yakalayamadım. avcı şapkasını bana vermişti ve ben yumuşak kürkünün büyüsüne çoktan kapılmıştım. şapkanın kürkünü okşamayı bir türlü bırakamadım. sonunda şapkayı başıma geçirdim. yatağına uzandım. gece lambası yanıp sönmeye devam ediyordu. pencere hala açık, yağmur hala içeriye yağıyordu. bir tek Holden odada değildi. gözlerimi kapadım. bir süre sonra ellerimde kırmızı avcı şapkasının kürkünün yumuşaklığını hissettim. ellerim istemsizce okşamayı sürdürüyordu. gözlerimi açıp bu büyüyü ve bu muhteşem duyguyu sona erdirmek istemiyordum. durmaksızın, gözlerimi açmadan ellerimi dolaştırıyordum. o kadar yumuşaktı ki...
uyuyakalmışım. başında en sevdiği, lanet olası kırmızı avcı şapkasıyla...

odaya felaket sessizce girdim ve masa lambasını yaktım. uyanmadı bile. ışıkta onu seyrettim bir süre. orada yatmış, uyuyordu, yanağı yastığın kenarında. ağzı iyice açıktı. tuhaf bir durumdu bu. yetişkinler, böyle açık ağızla uyurken berbat görünürler ama çocuklar öyle görünmüyor. yastığın üstü olduğu gibi tükürük de olsa, güzel görünüyor çocuklar.

yağmur dinmiş, gece lambası sönmüştü. gitmeden önce kapatmış olmalı. yalnız içim ürperiyordu. pencere hala açıktı. üşüyüp erkenden uyanmamı ve onun gittiğini bir an önce kabullenmeye başlamamı istiyordu sanırım. ya da sadece unutmuştu. onu bulamayacağımı bile bile kalkıp evde onu aramaya başladım. masanın üzerine bırakılmış bir not buldum.

"bazı şeyler olduğu gibi kalmalı. elinizde olsa da, onları büyük cam vitrinlere koyup oldukları gibi kalmalarını sağlayabilseniz..."

27 Ağustos 2009

J.D. Salinger Anısına...
Jerome David "J. D." Salinger (January 1, 1919 – January 27, 2010)

not : bu yazıda italik karakterle yazılı olan yerler kitaptan alıntıdır. yapmış olduğum bu kurgu ile the catcher in the rye'ın hiçbir benzerliği bulunmamaktadır. kitabı okurken bana holden'ı hatırlatan kişiyi düşünerek yazdığım bir denemedir ve benim için saygı duruşundan başka bir şey değildir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bu Blogda Ara